0 İtiraz

CİHANGİR

Yine Cihangir güneşinin besili kedileri ısıtıp tantuni kıvamına getirdiği saatler.... Ara sıra avrupa’da saray yaşantısını anlatan orijinal, bandrollu kitabımı indiriyor ve sokağı gözlemliyorum. Deterjanla yıkanmış kaldırımlarda kimsenin ismini söyleyemediği o parfümleri kullanan kadınlar yürüyorlar. Küçük pierre ve daha bir küçük petite fransızca şarkılar söylüyor, onların büyülü sesi köşem kuruyemiş’in bitişiğindeki kafede yankılanıyor, kafe milletinin entelektüel sohbetlerine arka fon oluyor.

Sokakla bütünleşiyor kafeler burada. mahalle bakkallarında senaryo çalışması yapılıyor, altın günlerinde eve ressam çağırılıyor. Diğer yerlerin aksine eve birisini atmak gerekiyorsa buralarda heykeltraşlar , ressamlar öncelikle tercih ediliyor. Cnn muhabiri yine menemen yerken, spor haberlerini sunan güzel bayan frappuccino yudumluyor; adı söylenemeyen parfüm tüm mahalleye yayılıyor. Buralarda herkes bir şeyler yer , herkes bir şeyler içer ve en önemlisi herkes ünlüdür. “usta bize iki çay” dediğin adamın bakışlarından “sen benim tolstoy külliyatını yalayıp yutmuşluğumdan haberdar mısın genco?” ifadesi açıkça okunabilmektedır.

harikalar diyarında tatlı tatlı siesta yaparken , bir kez daha bandrollü,asla ve asla korsan değil, kitabımı indiriyor ve etrafı süzüyorum. İşte o anda eskilerden kalma bir görüntüye rastlıyor, o siyah beyaz resimlerde gördüğümüz ama çıkartamadığımız o eski dost vardır ya, işte tam da onu görüyorum. Sanki yaşayanların arasından geçip giden bir hayalet gibi. Arkadaşları ile bir köşe başında dikiliyor ; ama o kadar emanet duruyor ki orada. Burada her köşebaşında kültür vardır, pahalı pahalı mantarlar vardır. Oysa bizim mehmet’i(adını anımsıyorum, aslında hiç unutmamışım) oraya fotoşopla koymuşlar gibi. o köşebaşı mehmet’in köşesi değil. Orası konsolos çocuklarının , serbest dolaşım hakkı olan ecnebi arkadaşların köşesi. Gidip bunu mehmet’e söylemek istiyorum: “çekil oradan, çekil şimdi görecekler!“ demek istiyorum, yapamıyorum . nefesim kesiliyor. Sadece izliyorum . sadece onu değil birlikte geçirdiğimiz günleri de...

her yerde suç var, o dedektif filmlerindeki gibi kara ve kirli bütün şehir. Güneş kimseyi aydınlatamıyor o zamanlar. Ben , mehmet ...birkaç kişi daha var adını hatırlayamadığım. En büyük olmak istiyoruz . Şeker, çikolata ve jelibon sektörünü tekelimiz altına almak üzereyiz. İşler şimdiki gibi kolay yürümüyor ve memleket ciddi bir darboğazda. Tıpkı Al Capone gibiyiz, kriz ortamından faydalanıp korkulan, fiyakalı adamlar oluyoruz. Gözükara savaşçılarız, önümüzde kimse duramıyor. Biz güçlüyüz, biz boyun eğmeyiz. Eğer birisi bizim bölgemizde horozlanmak isterse onun canını okuyoruz, kimse bizim çöplüğümüzde ötemiyor.

Dünyayı egemenliğimiz altına almamıza çok az kalmış. Sert çocuklar olarak tıfılların çantalarını havada atıp tutuyor , onlarla ortada sıçan oynuyoruz. Kamyoncu, vücut geliştirmeci hatta mafyacı arkadaşlarımız bile var. süper güç olma yolunda emin adımlarla ilerliyoruz. Her şey planladığımız gibi giderken birden kader ağlarını örmeye başlıyor. Yine rutin dayaklarımızdan birini atarken bir anda bir el iniveriyor ve beni durduruveriyor. Bana , “ buradan gidiyoruz artık, bırak çocuğun boğazını sıkmayı da git eşyalarını topla “ diyor... O günden sonra hiç kavga etmiyorum..

Ah o an öylece beklemesem , kalkıp yanına gidebilsem...acaba bana ne derdi?
“beni yarı yolda bıraktın, gittin...nasıl yaptın bunu ikimize. Oysa şekerleme dünyasında bir ilah olacaktık, yeraltının tatlı prensleri olabilirdik. ‘Biz’ e bunu nasıl yaptın, nasıl ha nasıl?
Sen gittikten sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı. İşleri tekrar yoluna koyamadık, yılların emeği çöpe gitti. Mesleği bırakmaya karar verip incil dağıtan gangster eskisi gibi hissettim kendimi. Bunun ne demek olduğunu biliyor musun ha,sana soruyorum biliyor musun? Öylece çekip gittin. Arkana bile bakmadın. İlk başlarda geri döneceğini sanmıştık ama baleye yazıldığını duyduğumuzda geri dönüşü olmayan bir yola girdiğini anladık. İşte seni tamamen kaybettiğimizi anladığımız an buydu. Zaten sonra da şiir albümü çıkaracağını haber aldık, ellerimizden kayıp gittin o anda...
ahh...yüzüme bak ! hala içinde birazcık da olsa ‘biz’ barındırıyorsan şimdi beni rahat bırakırsın. Hayallerimde yaşattığım o küçük ama yürekli adam olarak kal. Hadi şimdi git, zorlama beni. Biliyorsun küfür dağarcığımın genişliğini. Hadi git buradan... Seni hep güzel hatıralardaki halinle hatırlayacağım. Seni, o eski seni, başka bir gerçeklikte yaşatacağım. Eskiden yaşadığımız şeyler hala güzel birer hatıra olarak kalacak bu sayede, tiksinmeyeceğim senden.
Gidip Battlestar Galactica izlemeni, etrafındakilere gülümsemeni istiyorum. Bizler de gülümseyeceğiz , hayata devam edeceğiz sanki yaşıyormuşuz gibi davranacağız. Sen kendi dünyanda yaşayacaksın , biz de bizimkisinde yaşamaya çalışacağız. Bir daha da kesişmeyecek yollarımız , bu son sefer. Belki bir gün aynı kaldırımdan yürürüz farklı istikametlere. Bir an göz göze geliriz ve öylece devam ederiz, en fazla o kadar...”

Kafasını çevirdi, gördü beni. Bir an için dudaklarını kıpırdattı sandım. Bana bir şey söylemek ister gibi. sonra anladım ki bana küfür ediyordu. Öylece baktı ve devam etti, oysa o an “gel” deseydi, giderdim. Bırakırdım kedileri, Cihangir güneşini, dar sokakları ve Tolstoy seven çaycıyı . koşardım ona doğru rüzgarda süzülen bir ok gibi...ama çağırmadı işte...yerime oturup Avrupa saray yaşantısını okumaya devam ettim, sanki yaşıyormuşum gibi...

0 İtiraz

var mı yok mu?

Lanet olsun dostum, hepimiz öleceğiz!


bu veciz sözün sahibi Amerikalı yan karakterler sonuna kadar haklılar. Hepimiz öleceğiz ve sahip olduğumuz şu hayat ellerimizden kayıyorken telaşa kapılıp abuk sabuk cümleler kuracağız. Ha bunun için saniyeler sonra suyun içine gömülecek bir denizaltıda ya da manyak bir katilin göz hapsinde olmamız gerekmiyor. Bazen hayatınızın kayması çok daha “normal” sahnelerle de mümkün olabiliyor. Örnek mi vereyim? Ah, dejavu yaşayıp kör kuyularda bir daha , bir daha boğulayım mı istiyorsunuz? İstediğiniz buysa size onu vereceğim...


meyillendiğiniz kızın gereksiz bir adamın kollarında en tatlı mutlulukları bulması...bu olaydaki “gereksiz adam” karakteri sırf bu anlarda varolan ve bu sahneden sonra yok olan karakterler gibi bence. Sırf hayatımızı si... sırf bizi sitemkar etmek için yaşıyorlar. sinemadan çıkıp dünyanın efendisi olduğunu sanan ama birkaç dakika sonra “nohutları geceden ıslattım mı acaba?” yı düşünüp yok olan karakterler gibiler bunlar. Küçük bir zaman diliminde var oluyorlar. Bir anda hayatınıza giriyorlar; bir bakıyorsunuz kız yok! O küçük zaman dilimi sizi sonsuz bir efkara sürüklemeye yetiyor da artıyor zaten.


Bu “gereksiz adam” karakterleri sanki dünyanın adaletsizliğine vurgu yapıyorlar. Hayır lan, bu kız bu tipe nasıl bakar? hangi kainatın hangi esrarengiz düzeni buna sebep olur? Hani lan altın oran, hani olm 3.14?”

Sayın “gereksiz adam” neden benim bir nokta beş(1.5) kiloluk beynimi bu sorgularda tüketiyorsunuz?


Şimdi seyircileri de ikileme düşürmek istemem ama en sevdiğim metottur “umut varmış gibi ama aslında yokmuş gibi “ yapmak. Hem romantik ama gerçekdışı bir son olmuyor hem de aptalsı bir tebessümle fantezi yapmaya devam edebiliyor seyirci. “Şimdi hiç umut yok mu doktor?” diye soranlara “beyefendi sittinsene uğraşsak sizi toparlayamayız, takdir edersiniz ki tıbbın da gelebileceği bir nokta var “ demek hiç hoş değil. Küçükten bir umut vereceksin “ ya hiçbir gideriniz yok gibi gözükse de , milyarlarca insan var en nihayetinde...” demek daha hoş mesela.


Umut var mı yok mu? Bu sorunun cevabını veremem . bilsem de vermezdim zaten. Hem cevabını bilseydiniz vazgeçerdiniz siz de. Yerden spatula ile kazıdığımız, omuzları düşmüş özgüveni göçmüş arkadaşların soyu tükenirdi belki de. Belki de derbeder olmuş nice genç kendini derslere verir ve akademik kariyere yoğunlaşırdı. Bilimsel buluşlar ve patentler artardı. Ülke olarak inanılmaz bir kalkınma hamlesi yapardık. Avrupa’nın en büyük ekonomisi olur, operaya ya da klasik müzik dinletisine giderdik hafta sonları. Enerji odaklanması ile yapardık bunu...ama hiç güzel olmazdı biliyor musunuz! O küçük umut kırıntısı o kadar tatlı ki, vazgeçemezsiniz. Bir sonraki sahneyi bildiğiniz filmi izleyip ne yapacaksınız? Boşverin .umut güzel, umut tatlı!


-Lanet olsun dostum, hepimiz avucumuzu yalayacağız!

- kapa çeneni! hepimiz kurtulacağız. Size söz veriyorum: hiç kimse avucunu yalamayacak!

-...

0 İtiraz

ŞEY



neler başarabileceğimin listesinin yerini alışveriş listesi, pokemon kartlarımın yerini de limiti dolmuş kredi kartları aldı. ne yapacağım, ne yazacağım bilemiyorum.
kanatlı kızlar sadece victoria'da... kanatsızlar ise bu dünya cehenneminde hapsolmuşlar, ay yazık kıyamam...ben mi ne yapıyorum? iyiyim tanımadığım insan, sen nasılsın? ne "orada kimse yok tatlım, hepsini sen kendi kafanda yarattın" mı? şakacılar sizi...ben şu anda paralel bir evrende lüküs bir hayat yaşıyorum. bir çocuğum var adı paralelli, arabam maseratti...back to the reality...bir sevgilim vardı , beni terk etti...oha ya bu kadar uzak, bu kadar paralel mi bu dünyalar?!?
ben şu anda bir şeyler yazıyorum. cehov tasvirleri ile bunu anlatabilsem keşke...yazıyorum ama ne yazdığımı ne yaşadığımı anlatmıyorum. hem anlatamam, hem de "şey" buna izin vermez, onu satamam .

kafka'nın dava'sını, shakespeare'nin romeo ve juliet'ini yazamayan bu ellere lanet ettiğim , hacıya hocaya okuttuğum zamanlar oldu. bazen "amazon'da bir ağaç daha kesildi, lanet olsun sana beceriksiz parmak" diye serzenişte bulundum, çok sert çıktım kendime.
şöyle bir masa kurulsa karşımda dickens, sağımda woolf, solumda dostoyevski...eminim ki dostoyevski beni takma bir isimle çağırırdı. eminim ki bu isim ancak "bobi" kadar karizmatik olurdu, san diego hayvanat bahçesinden bir koala muamelesi görürdüm.

yazdıklarımın anlamanı sormayın yazdıklarım benim anlamım ... unknown artist, of the record, istanbul, haydi bas yo...bu arada michael jackson hala şarkı söylüyor mu, paul mccartney hala insan taklidi mi yapıyor?
insanlardan ve insanlara dair şeylerden biraz uzak kaldım, üzerinize afiyet. bu bazen duraksamama yol açıyor. metropol kirliliğine rağmen görülen o güzel kızın güneş batmadan önce dalınan bir rüya olup olmadığından emin değilim. poyraza karşı inadına dikilip karşıdaki kız kulesi'ne baktığımda kimi düşündüğümü de bilmiyorum...hiçbir halt bilmeyen bu adamın neden yazdığını sorgulayacak değilim,siz de bunu yapmayın. ha günün birinde bir bar çıkışı kameralara yakalanma başarısı gösteririm ve televole reloaded'e çıkarım, nobel falan alırım işte o zaman otobiyografimi yazacağım. ben kendimi biliyorum arkadaş, yapacağım bu denyoluğu! işte o zaman beni durdurun lütfen, "kafka mısın? oğuzcuğum ataycığım varken sen kimsin ulan!?" deyin bana. kendime geleyim gidip playstation oynayayım, mankenlerin resimlerine falan bakayım...

kendimi anlatmak...yazdıklarımda kendimi anlattığımı sananlar büyük bir gaflet içerisindeler. bunu nasıl düşünürsünüz? nasıl size kendimi anlatırım? bunca zamandır sakladığım "şey"i ele vereceğimi mi sandınız?
bazen sanki güç kalkanları devre dışı kalıyor ve siz insanlara karşı savunmasız kalıyorum. siz de inadına inadına üzerime geliyorsunuz. hep bu anı mı bekliyorsunuz kuzum? fazla uğraşmayın size o "şey"i anlatamam . hem anlatsam beni hor görürsünüz, küçümseyip aşağılarsınız. bizden bunca yıldır sakladığın "şey " bu muydu? dersiniz. onu bir kağıt gibi buruşturup bir köşeye fırlatırsınız. yoo, kendimi ele verecek değilim..oğuzcuğum ataycığım, haklısın kuzum.

bunu size anlatabileceğimi zannetmiyorum ama eğer siz bana bir şey anlatmak istiyorsanız kalp şeklinde kokulu mail gönderin. ne bileyim yanımdan geçerken mendilinizi , şalınızı neyim düşürün...yoo , seviyeyi düşürmeyeceğim , vallahi onun için de yazmıyorum. ne için yazıyorum,? şey?efendim? yoo, arkamda ipucu bırakamam. onu size anlatmayacağım...kafka da değilim zaten,nasıl anlatayım? sadece "şey"i bilin istedim. sonra "neden" diye sormayın...ne bileyim..."şey" işte...


0 İtiraz

hayat güzeldir

gözlerimi açıyorum... annem saçlarımı okşuyor, karşıdaki güzel kız bana gülümsüyor. büyüleyici bir gülümsemesi var. dünyanın tüm lekeli kareleri onun eşsiz gülümsemesinde boğuluyor, unutuyorum o zaman dünyanın yaşlı bir cadı olduğunu. hiç aklıma gelmiyorlar, hatırlayamıyorum tutunamayanlara ne olduğunu.

annem "hadi uyan artık" diyor bir kez daha, bu sefer daha kararlı bir tonda. gözlerimi açıp kapıyorum gerçekten inanabilmek için...bu adı her neyse işte ona...evet herkes hala aynı yerde... ben de gülümsüyorum bu sefer. her şey yorgun bir gün sonrası dalınan tatlı bir uyku gibi. yerimden doğruluyorum. sanki içine girebileceğim en güzel hayatta olduğum için içimi emsalsiz bir coşku kaplıyor. sanki lisede tarih sınavından en yüksek notu aldığımda ilerde olabileceğim tüm iyi şeylere dair içimi kaplayan o his gibi bir şey bu.

uzun gecenin ardından gelen şafağın kızıllığına kadar sabrettim ve şimdi diğer bütün hayatlardan habersiz ben , burada yaşayabileceğim en güzel hayatı yaşıyorum.bazen sabah kahvaltısındaki kızarmış ekmek kokusu, karşı pencerede bizden habersiz büyüyen nergis ve her akşam eve getirdiğim papatyalar aklıma geliyor. o papatyalar an gelince ölüyorlar ama ben yine getiriyorum...yine...yine...tüm güzellikler ölmeli , kural bu ama ben, kaderin açığını yakalayan ben, ölüme karşı koyuyorum. mutlu aşk olmadığını söyleyenlere uzun yıllar sonra, etrafı sarılmış bu deniz ülkesinden tüm varlığımla cevap veriyorum:seni seviyorum..
mutlu aşk, güzel bir hayat ve fazlasını istemediğiniz bir dünya var, burada. isterseniz sizlere gösterebilirim...

şehrin bütün bölgelerinin karıştığı sıkıcı, zamanın kendini ve bizleri öldürdüğü yerlerden birindeydim. odamın camından dışarıya baktığımda bu ölmüş mekana yakışmayan bir şey gördüm. napalm bombası düşmüş ormanın ortasında sağ kalan tek bir papatya..iskelenin ucunda kırmızı elbisesi ile görebileceğim en güzel manzarayı yaratıyordu. rüzgar saçlarını dalgalandırıyor...yavaşça yaklaşıyorum ona doğru ...rüzgar sanki onu bana getiriyor, hissediyor ve yürüyorum. dokunabilecek kadar yaklaştığımda bana doğru dönüyor ve gülümsüyor. büyüleyici bir gülümsemesi vardı...

insanlık antolojisine giren bir şiir yazmak istiyordum ama vazgeçtim. sadece yaşamak istiyorum artık. daha çok sevin beni, daha çok gülün bana, daha çok sevin beni, beni daha çok isteyin...özleyin..
artık umrumda değil bunların hiçbiri. dünyanın batışını değil ; güneşin veda edişini görmek istiyorum ellerim onun ellerinin üzerindeyken. dünya ne zaman bu kadar güzel bir yer oldu, bu lütufkarlığın sebebini merak ediyorum ama araştırmıyorum. sorgulamıyorum "neden ben?" diye. sadece seviyorum...


sonra gözlerimi tekrar açıyorum. annemi arıyor gözlerim , oysa çoktan sabah olmuş . gitmiş annem... kızarmış ekmek kokusu yok ama papatyalar hala ordalar. suyun içinde yüzüyorlar. papatyalar yüzme bilmezler. boğulurlar hemencecik, tıpkı hayallerin-en güzel düşlerin- gözyaşlarında boğulduğu gibi...


belki de süper bir hayatım var diye kandırmak istedim sizleri. "kendi halinde bir insandı, nasıl böyle bir şey yaptı biz de anlayamadık" diyorsunuz belki de. kandırmak istedim sizi dostlar! alçağın tekiyim ben. şu an inanır mısınız, hayatım gözlerimin önünden geçiyor . çok sıkıcı bir film, aslında böyle filmleri izlemem ama oyuncular yabancı değil diye katlanıyorum akıp giden karelere. siz başka bir filmi izleyin istedim, en iyi film oscar'ına aday bir filmi.

0 İtiraz

Şimdi

Göreceliliğe hastayım. Güzel manita - sıcak soba örneğine bayılıyorum. Einstein'ın ellerinden, küçüklerimin gözlerinden öpüyorum. Beni soran herkese selam söylersiniz.

Şimdi ilk önce birisi bana hangi zamanda olduğumuzu söyleyebilir mi? Sizinkinden bahsetmiyorum bayım, gelecekteki sevgilimin ve benim içinde bulunduğumuz zamandan bahsediyorum. Nasıl? Ne dediniz? Lütfen ağzınızı bozmayınız. Lütfen. İstihdam ediyorum.

Saat kaç şu an? Kaçı kaç geçiyor, neyi es geçiyoruz? Hangi zaman dilimine sığdı şu dakikaya kadar doğradığım elmalar? Bence hala cebimden yiyorum, durduğum yerde kalori yakıyorum. Elimde avucumda olanı har vurup harman savruyorum, kah gülüyor kah ağlıyor bir güzel günün daha sonuna gelirken yayında ve yapımda emeği geçen herkese teşekkürü bir borç biliyorum, boğazıma kadar borca batıyorum.

Hala bir şeylerin peşinden koşacağıma yol eşittir hız çarpı zaman diye diye ömrünü çürüten hocalarıma benzemeye başlıyorum, gidenin ardından "bayır aşağı vurdurursa kimse tutamaz" diyorum. İnsanlıktan çıktım, bekle beni.

"İnsan hayatı bu kadar değersiz mi" diye bas bas bağıran aktivistlerden olmak istesem de düşünmeden edemiyorum bayım, ben bu bedene ne kadar bedel ödedim? Hiç. Komple baba yadigarı. Atadan dededen devir teslim. Ya siz? Siz ne kadar verdiniz bu şekilsiz yüz, bu sıska vücut, bu çarpık bacaklar için? Ne verirseniz verin, kazıklandığınızı söyleyebilirim. Evet. Bariz kazıklamışlar sizi. Abartmayın lütfen. Ben ne kadar yatırım yaptığınızı değil, başlangıçta ne kadar ödediğinizi sordum. Hiç, değil mi?. O zaman neden bu kadar safsata, nedir bu kendini ve dolayısıyla tüm insanlığı onore etme çabası? Darılmayın ama siz bir hiçsiniz, hepimiz öyleyiz. Bunu er ya da geç fark edeceksiniz ve korkarım fark ettiğinizde derinden bir hasiktir çekeceksiniz. O an yanınızda olmayı çok isterim.

Bu arada baktınız mı saatinize? Yarın olmuş mu? Güzel sevgilim uykuya dalmış olmalı. Bugünlerde zaman mefhumunu kaybetmiş gibi. Belkide bugünler, onun için şuanlardır. Bilemiyorum.

Şu ana kadar neden bahsettiğimi anlamadığınız biliyorum, bunu o kadar iyi anlıyorum ki. Bayım, size tek bir soru sormak istiyorum. Bana ne zaman öleceğimi söyleyebilir misiniz? Tek bir cevap, tek bir cümle size sonsuza kadar ödeyemeyeceğim bir minnet borcu altına girmeme yeter de artar bile. Ne zaman?. Ya da hangi zamanda?

Ne zaman öleceğim bayım? Sizce acele etmeli miyim? Aslında ne saçma bir soru. En fazla ne kadar acele edebilirim ki? Acele etsem bile yetişebileceğimden emin değilim. Pişmanlıktan sıyrılmaya çalışırken eminim aklıma pek çok isim gelecek, kaçının kapısını çalabileceğimi, kaçının çaldığım o kapıların ardında olacağını da bilmiyorum. Cehaletimin farkına şu yazıyı yazmaya başladığımdan beri vardım, tabi bu apayrı bir konu.

Sanırım bir cevabınız yok bayım. Tahmin etmiştim. En azından "gencecik adamsın, Allah uzun ömür versin" gibi ilahiyat kokan temenniler beklerdim sizden ama görüyorum ki siz de topluluk içinde cumaları kaçırdığını söylemeye utanan tiplerdensiniz. Bayramlarda önünüzdekileri taklit ettiğinizi de biliyorum, evet. Utanmayın, emekli olunca imana kuvvet deyip kireçlenmeye namaz bazlı bir çözüm paketi sunarsınız kendinize.

Konudan saptık ve bir hayli uzattık sanırım. Ben de sizin bayım, ben de sizin. Akli sorunlarımı yüzüme vurmanızın hiç bir mantıklı açıklaması olamaz, tüm akrabalarımı bana tek tek hatırlatan küfürlerinizi saymıyorum bile.

Sözlerimi bitirmeme izin verin, yoksa istemeden arkanızdan konuşmuş olacağım. Bayım! Gitmeyin. Zamandan bahsediyordum. Zamanımın geldiğini hissediyorum. Gitmeden gönlümü almaya çalışmanızı tavsiye ederim. Çünkü ben doğduğumdan beri ölüyorum.

0 İtiraz

lüzumsuz


bazı sahnelerini geriye sarıp minimum üç kez daha izlediğim romantik komedi filmlerinin zıttı yaşanıyor sanki şu pencerenin dışında . paralel dünyalara inandığım kadar bu dünyalardan en boktanının şu an bu yazıyı yazdığım dünya olduğunu düşünüyorum ve bundan da eminim sanki. Bazı anlar gerçekten çok manasız. Hatta ” ne gereği vardı ki şu yaşadığım anın , ömrümden zaman çalındı lan yok yere” diyorum . işte bu yaşadıklarıma en çok da mevcudiyetime anlam yükleyememe durumu beni çok incitiyor. Yok yere adım “ağlak” a çıkıyor, ağlayan palyaço benzetmesini yapan edebiyat pekiyi mezunu gençler görüyorum her yerde; gözlerim açıkken ve de kapalıyken.

hayat zor, yaşamak zor .... “yaşamayı beceremediğim anlar oluyor” demeyeceğim , part time bir mevzu değil bu ki bu “bazı anlar” deyip geçeyim.

Siz nasıl küçük şeylerden mutlu oluyorsunuz, nasıl yetinebiliyorsunuz , nasıl ha nasıl!? yahu siz neden sorgulamıyorsunuz bir türlü anlayamıyorum. İçinize mi atıyorsunuz, yoksa bunu bir güçsüzlük beyanı olarak mı görüyorsunuz da ses etmiyorsunuz hiç? Neyin peşindesiniz olm? El ele tutuşup şarkı söyleyen sarışın elm sokağı kızları gibi beni çember içine alacaksınız diye ödüm patlıyor. yoksa bütün bu olanlar bana karşı bir komplo mu? Truman show mu yoksa show tv mi? kameraya el sallamak mı? elim girsin o kameraya !

Bazı anlar var ki alpay ‘a katılıyorum ve çok hüzünleniyorum. öyle ki o an sahilden geçen bir vapur takviyesi ile nuri bilge ceylan'ın kamerası bir altın palmiye çıkarır bu anlardan . en kötü , jüri özel ödülü alır diyorum bak!

Yaşamayı becerememek eşittir (=) yaşamak istememek değil bak, dikkatinizi çekerim. Aksine verin 100 yıl +armor+gold yaşayıp giderim aldırmadan şu kepaze dünyaya. Mazohistim belki de ondandır ama heidi’deki clara değilim, oblomov hiç değilim.

“Her şey zamanla düzelir” desen bilime aykırı . benjamin button muyum ben , zamanla düzelsin?

Çalışsam yaparım ekolünden gelsem de , afrika’da zenci işçilerin çıkardığı bir elmas kadar değerli olduğumu sansam da biliyorum ki aşılamayacak tepeler var, hani şu savaşlar sırasında asla fethedilememiş efsane tepeler gibi ...haddimi biliyorum aslında ben ve ne yazdığımın farkındayım...

Bazen küçük bir umut görüyorum “eski kitaplar”ın arasında ve yine “hadi rocky , hadi kalk!!!” diyorum .

Ben ne yazdığımın farkındayım...ama bu yazıyı da bağlayamadım arkadaş! Dedim ya çalışsam yaparım ekolünün kibirinden sıyrılmak lazım. Mesela üstad sait faik gibi yazamam , nobel alırım belki ama sait faik gibi yazamam. 100 yıl yaşamak da değil derdim ama işte anlatamıyorum onun gibi. Üstad lüzumsuz adam’da nasıl kibar , nasıl güzel anlatmış onu yazayım bari bitmeyen bu yazıya anlam katabilmek için:

“bir an ne düşündüm , bilir misiniz? Şu bizim dükkanla evi satayım. O sazlı gazino yok mu hani, söz açtığım? Orada dışarı siparişlerini veren kız vardı ya.-hani alnı dar olanı- onu metres tutayım. Bir sene sonra da öleyim.

bineyim bir boğaziçi vapuruna günün birinde . bebek’le arnavutköy önlerinde arka taraftaki oturduğum kanepeden kalkayım, etrafıma bakayım; kimseler yoksa, denizin içine bırakıvereyim kendimi.”

0 İtiraz

ya rock söyleyecez...

baştan not: anlatacaklarımın gerçekle uzaktan yakından ilgisi vardır fakat bu ilginin boyutu konusunda bir fikrim yoktur. dedelerimizden(dedem de rock dinliyor ya !) , tv'lerden(değişik değişik televizyonlar) , ordan burdan duyduklarımı kaynak gösteririm . sonra "sallıyor musun, ne alakası var? diye sormayın. o an "kurgu" der, koşarak uzaklaşırım...

once upon a time...lan işte eskiden... aşk şarkıları yapılırdı. hani şu sipariş üzerine yapılmış havası veren ama dinleyenleri aptalca gülümseten şarkılar. bu şarkıları da bobby vinton gibi nezih , derli toplu adamlar yapıyordu. bu adamlar sanki sevgilileri ile muhallebi yeyip , doktora yapan adamlar gibiydiler. yanlış anlaşılmasın hala dinlerim onları. hatta o tarz şarkıları sevmişimdir hep. bilmiyorum bir vee, bir vinton , bir sedaka içinde sweet, rose, love, birthday geçen bir şeyler söylese erir giderim şu an.

gençlik isyandır , bilirsiniz. işte bu zamanlarda gençler isyankar bir müzik ihtiyacı ile yanıp tutuşuyorlardı. amerikan siyahi kesmin hüzünlü müziği blues tam da bu noktada devreye giriyordu.
zamanla işçi sınıfı ingiltere'de kendi ile özdeşleştirdi bu müziği. atmosferik, mistik, benim de tanımlayamadığım, hala doğru kelimeyi bulamıyorum, bir şey yapılıyordu. amerikalılar ise siyahi varoşlara indirgemişti müziği,fuck you, malum ayrımcılık.

blues dalga dalga yayılıyordu her yere. blues ,öğrenmesi kolay basit bir müzik sonuçta( hey maşallah ray charles mübarek). x generation o zamanlar ilerde bütün hayatlarını etkileyecek bir müziğin dünyaya yayılmaya başladığının farkında değildi ki zaten olamazdı da!

banliyöden çıkan mick jagger -rolling stones ortaya çıktı ki bu çok önemlidir. insanlık tarihini incelediğimiz kağıtlara fransız ihtilali, istanbul'un fethi, lumiere kardeşler'in doğumu gibi olayların yanına bunu da yazmalıyız bence. ayrıca jagger dostum aynen katılıyorum:
"i can get no satisfaction..."

eric clapton da aynı ortamdan beslendi. o zamanlar siyah müziği yapmaya çalışıp da beceremeyen beyazlar gibiydiler. avrupalıların nba oyuncuları karşısındaki hali gibi( geçmişten bahsediyorum tabi ki de). bir de bazı adamlar ki clapton da dahildir, rock'a zemin olarak blues kullanıp kahraman gördükleri zenci şarkıcılardan çok daha ünlü oldular. helal-i hoş olsun .. . ahhh clapton...ülkenin en büyük blues gitaristiydi. yalnızlığını ve yabancılaşmayı görmüştü blues'da. "bir ben , bir de gitarım bu dünya da yapayalnızım" diyordu. yardbirds diye bir grubu vardı. jimmy page felan da vardı. ailecek dinlemeye giderdik; plağı olan british blues hayranı komşulara. çok fakirdik o zamanlar ... öhm...hayır, ağlamayacağım! hem sahildeki gazinoda müzeyyen senar çıktı da biz mi gitmedik , ha sorarım sana sevgili gönül dostu?

rolling stones vardı... rolling stones the last time adlı şarkıyı yazıyordu ki bu yazdıkları ilk şarkıydı. sadece çalıp söylemeyi bırakıp küstahlık, isyan ve cinsellik temalı sözler yazdılar. sözler ticari , seksi bir hal aldı. jagger’ın gençleri ele geçirmesi de denilebilir buna ya da ebeveyn popülasyonunu kendinden soğutması; ikisi de aynı şey zaten!
rolling stones gibi gruplar yeni bir müzik tarzı arıyorlardı ve bu amaçla da farklı tarzları harmanlıyorlardı.

o yıllar the kinks de enteresan işler yapıyordu. you really got me ile kulaklar tırmalanıyordu , dalgalar şekil değiştiriyordu(bilimsel izahatını yapabilir miyim bilemedim. giremedim bu riske şu an) bu rahatsız ediciydi ama hoştu da! sonra hızlı , amfiyi öttüren the who geldi. gerek giyim tarzı gerekse de yenilikçi tarzı ile pop art sembolü grup çok kışkırtıcıydı. evet yıllardır bir şeyler oluyor, yavaş yavaş yeni bir müzik hareketine geçiliyordu. savaş sonrası doğan insanlar artık yeni bir akıma teslim oluyordu .

artık dünyada olup bitenlerden bahsediyorlardı. enteresan şarkılar vardı... my generation'daki kekeleme şarkının tavrı ile bütünleşiyordu. isyanı içinde zaptetmeye çalışmak gibi bir şeydi . you really got me ve tabii ki like a rolling stone...
ayrıca ilginçtir içinde "yuvarlanan taşlar" olan tek kötü müzikal şey de bir yeşim salkım albümüdür!


folk şarkıcısı bob dylan folk hareketin akustik kahramanıydı. ingilizlerin yenilikleri onu da ateşlemişti. like a rolling stone onun yeni rock tarzının ana damarıydı. bu değişimin ardından birçok insan ondan nefret etti, konserlerde yuhaladı ama o hala en iyisiydi.

cream tarzını amerika ya taşıdı ve seyirciyi çekti. the who ise harikaydı turnelerde. sanki uzaydan gelmiş gibiydiler. saldırgandılar. rolling stones kulüplerde bar taburelerinde otururken bunlar ekipmanları parçalıyorlardı. tabii zaman her şeyi değiştiriyordu... vietnam batağı, avrupa'da çalkantılar... rolling stones şartlara uyum sağlamayı da geçip onu metresi yapıyordu(koçlarım benim). destansı bir blues öyküsü, symphaty for devil, geliyordu. rock blues dan doğmuş ama büyüyüp gelişmişti ve durdurulamıyordu!

bunun gibi bir sürü şey oldu, tanrım o kadar çok ki anlatamam... bilmiyorum belki sonra anlatırım... ama başta dediğim gibi anlattıklarımın gerçek olduğunu iddia etmedim. olabilir de olmayabilir de..."it's just an illusion" ???

fuck you! bundan gerçek bir şey görmedi bu gözler.

0 İtiraz

the illüzyonist

illüzyonistler , dinleyicileri avuçlarının içine alan fiyakalı adamlardır; gösteri alanının efendileridir onlar.
itiraf etmeliyim ki eskiden onlara büyük hayranlık duyardım. yaptıklarına inanırdım ; el hareketlerini , kullandıkları aksesuarları , dekoru hiç sorgulamazdım. onların bizim yapamayacaklarımızı yapan , bize de bir gün aynı şeyi yapabilmek için umut veren insanlar olduklarını düşünürdüm. sahneden indiklerinde bir serseriye dönüşseler dahi bu umrumda olmazdı...

büyüdüğümde onların ulaşılamaz adamlar olmadıklarını anladım. hatta ben bile birkaç numara yapabiliyorken onları eskisi gibi üstün görmem imkansızlaşmıştı. hayatımın bu döneminde üzerinde çalıştığım en büyük numara kızları etkileme numarasıydı. bunun sihir ile alakası olmadığını birkaç tecrübeden sonra idrak edebilmiştim ki bu hiç de hoş bir öğrenme şekli değildi.
suyun içinde zincirlenmiş bir şekilde kilitleri açabilmek, aynı anda iki yerde birden olmak bile bundan daha basitti.

illüzyonistlerin sevdiği aksesuarlar vardır ve onları birden çok oyunda kulllanırlar. benim de mavi bir bilyem vardı. gerçekten bana ait olan bir şeyle gerçek olmayan bir durum yaratmaktı tüm yaptığım. bilyeyi bana veren kişi daha fazla bilye kazanmamı istemişti sadece lakin onu oyunlarıma alet ettiğimi bilseydi yine de beni takdir ederdi diye düşünüyorum şimdi.

okulda sıradan bir gün...bir köşede oturup elimdeki bilyeyi havaya atıyor ve tutuyorum...
bilyeyi yakalamak için yukarı baktığımda karşımda dikilmiş güzelliğin gölgesinde kayboluyorum. bana "tek boş yer burası , burada olmam gerekiyor. oturabilir miyim?" diyor...
masmavi gözleri, kızıl saçları, eşsiz bir yüzü vardı...yani "elbette oturabilirsin" dedim.

bilyeyi avucumun içine aldım , gülümseyerek ona doğru döndüm ve: "sihirden hoşlanır mısın?" dedim. "beni ikiye mi böleceksin?" dedi. bu beklediğimden daha güzel bir cevaptı. "iki kişiden bir kişi yapmayı tercih ederim" dedim içimden.
ellerini uzatmasını rica edip, ona yapacağım numara için bunun şart olduğunu söyledim. "eğer karşıdan şu an kendimi izliyor olsaydım, bu karenin ancak bir göz yanılması olabileceğini söylerdim" dedim. komik biri olduğumu söyleyip okulda insanlar ve hayatın kendisi hakkında bir şeyler anlattı kısa bir süre içinde. bitirdiğinde bilyeyi avucunun içine bırakıp gözlerimi kapadım. gözlerim kapalıyken bilyenin hikayesini anlattım, hiç konuşmadan dinledi. bittiğinde
" gerçekten mi?" dedi. "bu soruya cevap veremem , meslek sırrı" dedim.

bilyeyi aldı..."hangi elinde olduğunu biraz sonra doğru bir şekilde söyleyeceğim" dedim. sihre inandığını söyledi. gözlerimi açmadan önce bilyenin olduğunu düşündüğüm ele dokundum ve elini açtım. ilk gördüğüm anki kadar parlak bir mavilikle karşılaştım. "yüzde elli şansım olduğunu söyleme sakın, şanstan fazlası olmasaydı bunu yapmazdım" dedim. güldü...bir süre onu izledim sonra da masadan kalkıp gerçek hayata döndüm. "nasıl yaptın bunu?" dedi, "bu bilye benim parçam, benim için çabalıyor sanırım" diye cevap verdim. elimi başıma götürüp veda ettim. "yeni numaranı ne zaman göreceğim ?" diye sordu. o anda "senin numaranı almadan yapmam" diyecek oldum, vazgeçtim.

bugün bile aklıma geldikçe neden mutlu olma şansını reddettiğimi düşünürüm. her seferinde de "hayatta bunun gibi bir sürü ıska var, bu sadece bir gösteri " cevabını veririm kendime ve bütün düşünceler dağılır , hayat devam eder.

ha yeni numaram...orada telefonu çaldı ve sanırım beklediği kişi aradı. bunu masayı tarif etmeye çalışmasından anlamıştım. yani ben zaten o masada hiç olmamıştım belki de . o masanın zaten sahibi vardı, bu sadece... belki de sadece arkadaşlarından birini bekliyordu, bilmiyorum; hiç de öğrenemedim.

o günden sonra onu birkaç defa daha gördüm ama göz göze gelmedim, yanına gidip konuşmadım. gördüğüm en güzel kızdı ama ben bir daha onu görmek istemedim. sanki başka bir hayattaydık şimdi ve o gün hiç yaşanmamış gibi davranabilirdik.

geçmişten bir karede hapsolmuş gibi sanki her şey. yanına gidip mavi bilyeyi avucunun içine bıraksam ve ikinci numaramı yapsam...dediğim gibi üzerinde çalıştığım en büyük numara kızları etkileme numarası...hazır olduğumda belki o numara için aynı masaya oturup gelmesini beklerim en büyük gösterimin vaktinin...

illüzyonistler sandığınız adamlar değiller çocuklar, onlar göz bağcıları . keşke gerçekten o fiyakalı adamlar olsalardı, olabilselerdi...

0 İtiraz

22 Dakika

Derhal "10 adımda söze nasıl girilir" ya da "aptallar için giriş cümlesi" türü bir kitap okumam gerek, derhal. Tam 13 dakikadır düzinelerce cümle yazıp, modifiye edip sildim. Blogger bu debelenişimi kayda almaktan harap ve bitap düştü. O değil de konu dağıldı ortalığa, mevzuyu unutmadan girizgahı tamama erdirmek gerek, o zaman ilk noktada bu paragraf bitsin.

Blogun henüz tam olarak oturamamış üniter yapısına zıt bir şekilde, bugün sana kendimden bahsetmek istiyorum kah bizim zorlamamızla, kah google'ın seni kandırmasıyla buraya gelen sevgili sen.

Ben Ademoğlu, insan kırmasıyım. Evde deist, sokakta müslüman, yatakta sadist, bodrumda satanistim. Yer kürede 20 yıldır faaliyet gösteriyorum, pek tabiki krizlerden ben de etkilendim ama yine de karbonsiyoksit salınımını elden hiç bırakmadım.

Ölümüne yaşamak tek düsturum. Bu mecranın uygunluğu konusundaki şüphelerim yüzünden konu hakkında felsefe yapmamanın daha doğru olacağı kanısındayım, beceremeyeceğim ihtimali üzerine düşünmek dahi istemiyorum. Üstüme gelmemen dileğiyle.

Genç yaşta atıldığım hayatın bana "sen git baban gelsin" demesi üzerine acıların çocuğu sıfatını elde edemediğimden fakir edebiyatı konusunda bir parça fakirim. Tabiki elden geldiğince sıkıntı yaşamaya çalıştım ve bir kısmında başarılı da oldum, lakin geçmişim şu an kendimi sana acındıramayacağım derecede eti cin tüketimiyle dolu.

Bu arada baştan, artık ne kadar başsa, uyarmak isterim ki kısa dönem hafıza kartımın yanmasından dolayı aklıma gelen ya da bana söylenen şeyler bende pek fazla durmaz, devam ederler. O yüzden paragraflar arasındaki mantık sıçramalarına, konu sapmalarına ve bu paragraf gibi bütünlüğü bozucu etkenlere takmamanı istirham ederim. Ne zaman? Birazdan.

20 senedir kendimle birlikteyim, zerre sevemedim. İç çatışma falan gibi afili isimlerle tanımlamak isterdim ama puştluk müessesesinin bu tür psikolojik yaklaşımlara ihtiyacı yok. Bariz puştluk. Şimdi bu terimin argodaki anlamına bakmayıp içgörü yöntemiyle ortaya çıkardığımı ve kendime uygun gördüğümü belirtmeme gerek yok sanırım, hani sonradan ebleh bir gülüşle üstüme gelme de. Neyse. Kastımı açmam gerekirse, stabilite yoksunu bir karar mekanizmasından ibaret şahsımın bir dediği diğerini tutar gibi yapmakta ama tam olarak da becerememektedir. İşbu cümle çok formal olmuştur.

Ya bakma, otobiyografileri de hiç sevmem aslında. Megalomaninin cilalanmış halidir bana göre, kendini koca bir kitapla anlatmak. Ha diyeceksin ki adam Hitler abi, tabi yazacak, beni zerre alakadar etmez, en yakınındaki adam yazsın. Kişi kendini bilir sözünden bu noktada tiksinme hakkına sahibim.

Neyse. Zaten yarıladım bu güzide eseri, hatta daha bile fazlasını yazmış olabilirim, bilemiyorum. Kesme özgürlüğü bana ait, bu konuda hemfikir olmamız lazım.

Pek çok şeyden bahsedebilirim aslında, çocukluğa dair ufak ayrıntılar verdikçe mizah çevrelerince yakından tanınan bir insana benzetilme olasılığım da, senin bu kişiyi tanımayıp beni tatlı, şirin ve sevimli bulma olasılığın da var ama hiç girmesek daha iyi. Belki genişletilmiş ikinci baskıda, satışlara göre.

Tek bir şeyden daha bahsedip konuyu, yazıyı ve kendimi kapatmak istiyorum, ki bu en başta anlatmak istediğim ve beceremediğim şey buydu: Şu kısa zamanda öğrendim ki (bakınız hayattan nasıl da ders alıyorum, sömürüyorum hayatı adeta, umarsızca) uçlarda yaşamak en güzeli. Şimdi beni yalnış anlama, hadi hepimiz adrenalin komasına girelim demiyorum, bu değil çünkü uçlarda yaşamak. Biliyorsun ki boklu değnek metaforunun da öngördüğü gibi iki uç var her zaman. Müthiş sakin bir ömür geçirmek de pek tabiki bir uçtur. Nasıl ki her gününü bir insanın ömür boyu yapacağı aktiviteleri bir kerede yaparak geçiren tipler var; ölüm döşeğinde hayatı gözlerinin önünden kısa film şeridi, hatta reklam kuşağı olarak geçecek insanlar da var. Her ikisi de tercihim.

Ben kendimi bildim bileli orta yola baş koydum. Tavsiye etmiyorum, aklında bulunsun. Söz gümüş, sükut altın, cehalet mutluluktur. Bu basit kura göre yaşadığın vakit sırtın yere gelmez. Ama gel gör ki ortada durmak bilmektir. Ortada olan insan görür, hem kendinden aşağıdakilerin hem de kendinden yukarıdakilerin farkındadır. Ama ne kendinden aşağıdakilere yardım edebilecek durumdadır, ne de yukarıya bakmaktan tutulan boynunu iyileştirebilecek durumda. İstekleri sınırları aşmakla aşmamak arasındadır, çünkü erişilebilecek şeylerin farkında ama erişemeyeceğinin de bilincindedir. Mide özsuyu salgılamayı bile unutan insan Analog Controller sevdasına kapılamaz, çünkü büyük ihtimalle onu bilmiyordur ya da aklında tutacak kadar uzun süre görmemiştir. Keza bol bulduğu yağı götüne süren adamın da ekmek bulmak gibi bir derdi yoktur, o ekmek seçmenin derdindedir, büyük ihtimalle de francalada karar kılar. İkisi de birbirinden habersizdir. Birbirinin farkında değildir. Aslında ikisi de kendileri ve kendi çevreleri dışında pek fazla şeyi bilmezler. Biz ortadakilerse sırasıyla önce bizden kötü durumdakilere sonra da kendimize üzülürüz, en sonunda da üstümüzdekilere fair playe aykırı sözler söyleriz içimizden.

O değil de aklıma geldi, senin üstünde ne var şu an?

0 İtiraz

O SCAR BİRAZ


Oscar.......küçük , 34 cm’lik tapınak şövalyesi kılıklı bir heykel. Satsan satamazsın, en fazla brando’luk yapıp “şeyim kadar ödülle her şeyi unutturamazsınız sizi gidi apaçi katili madafaka’lar sizi ! “ dersin


Şimdi bir ödül düşünün ki ismini nerden aldığı belli olmasın. Ulan bu nasıl bir vurdumduymazlık, nasıl bir sorumsuzluk? Bir rivayete göre akademideki sekreter kızın oscar amcasına benzediği için oscar bu altın çocuğun ismi. Düşünün, koskoca oscar’ın çıkış günlerini düşünün...1920’ler...zaten ekonomik buhrandayız.. “skeyim federal rezervi, masa başından dünya yöneten kodaman dombilileri” zamanları...
bu manyak ortamda sekreterin teki heykele bakıp “aha aynı oscar amcam , bence oscar diyelim ona. Böylece oscar amcam ölümsüzlüğe ulaşır ve hiç ölmez!” diyor. Ampas (academy of fasa fiso) da sırf o sütun bacakların hatrına “datlım benim için okeydir, annen annem amcan amcam olsun” diyor. Sonra düşünmeye devam edin...roosevelt otel’de ilk tören yapılıyor, herkes gelsin diye iki kutu omo parasına bilet satılıyor ve sadece 250 kişi geliyor! Olm mezdeke dans üçlüsü çıkarsanız ondan fazla insan gelir be! Sinemayı bulan lumierre biraderler aha tren geliyor bak ray diyerek kaç kişiyi topladı lan en paris’in aristokrasi kokan salonlarında!?!

Şimdi bir ödül düşünün ki verilme kriterleri belli olmasın. Şimdi bu adamların dengesizliği su götürmez bir gerçek lakin bazı hassasiyetleri de yok değil. Özürlü gibi yapan ama özürlü olmayan karakterlere oscar verirler. Sean penn alamaz ama amerikan tarihini aklayan forrest gump ile tom hanks alır mesela. Yüce amerikan milletine, bu ülkeye inandıysanız her türlü başarırsınız canlarım! Hatta “get out of my lawn ulan!” diyen eastwood amca bile size kucak açabilir. Ama angelina jolie vermez, o kadar da değil! Ayrıca bu kopiller amerikan özeleştirisine, sakat rollerine ve çocuk oyunculara da ödül verirler. Evde lego yapan çocuk akşam da kate winslet’in elinden ödül alabilir hatta konuşmayı kısa keserse yatma vaktini bile geçmeden evde olur.

Şimdi “adamlar oyluyor , onların görüşü saygı duyuyorum, saygı duyuyorum” diyebilirsiniz ibrahim tatlıses misali. Lan gerçekten saygı da duyuyorum zaman zaman lakin bazen bizi yeyip de hiçbir şey olmamış gibi davranıyorlar ya, işte ben orada eddie murphy ağzıyla “fuck!” deyiveriyorum...sonra ...to be continued...şimdi iyi film derseniz ben serseri aşıklar derim, kazablanka derim, blade runner falan derim...olm kramer kramer’e karşı, no country for old men...bilmiyorum anasını satayım sanki bir hata olmalı. “Evet evet, biz hata yaptık yanlış zarf gelmiş” falan demelisiniz sanki...ya da ne bileyim , siz bilirsiniz!

Bu sene oscar’ı slumdog millionaire değil de frost nixon falan alırsa topsunuz ama bak, bunu tolere edemem! En iyi erkek mickey rourke, yardımcısı da robert downey jr, kate’e (winslet) de bir güzellik yaparsınız.

Hadi gelecekte görüşürük. öptüm .bye&smile